T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
YOZGAT / SORGUN - Sorgun Mesleki Eğitim Merkezi

Eğitici Hikayeler

Eğitici Hikayeler

BAMBU AĞACI

 

Çinliler Bambu ağacını şöyle yetiştirir: 

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.  

Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.  

Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.  

Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.  

Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.  

Akla gelen ilk soru şudur: Bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı yoksa beş yıl altı haftada mı ulaşmıştır?  

Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıl altı haftadır.  

Her şeyde olduğu gibi topluma yönelik çalışmalarda da başarının şartları her zaman çok basittir; 

 

 Sözün özü; Çalışmak, Sabretmek, Başaracağınıza inanmak...

 

 

 

 

FIRTINADA BİLE UYUYABİLİRİM

 

Yaşlı kadın ile kocası artık çiftlik işlerini tek başlarına yapamayacak duruma gelmişlerdi ve yanlarına bu işleri yapabilecek bir yardımcı alacaklardı.

İlan verdiler ve bu işi yapmak için gelenlerle görüşüyorlardı. Genç bir adam çıkageldi, yaşlı çift bu adamdan hoşlanmışlardı gözleri tutmuştu.

Adam bir soru sordu; peki evladım seni diğerlerinden ayıran özellik nedir, neden seni işe almalıyım?

Genç adam şöyle cevap verdi Efendim ben fırtınada bile uyuyabilirim. Yaşlı çift birbirlerine bakakaldılar, fırtınada uyumak nedir?

Cevap tuhaf olsa da adamdan hoşlanmışlardı. ve işe alırlar. Gün geçtikçe adamı daha çok severler çünkü çalışkan ve saygılıdır.

Bir gece vakti ihtiyar adam büyük bir gürültüyle uyanır, dışarda fırtına vardır.

Hemen evin pencerelerine koşar bakar ki pencereler ve pencere kapakları sıkı sıkı kapatılmış.

Oradan ahıra koşar. ahırda atlar bağlanmış, ahırın kapısı güzelce kapatılmış ve kitlenmiş.

Oradan traktöre koşar traktör garaja alınmış, garaj kapısı kapatılmış.

Yaşlı adam o zaman genç adamın dediği sözü anlar ve onun yattığı kulübeye dönerek gerçekten de fırtınada bile uyuyabilirsin der.

 

Sözün özü; İşte bütün işlerimizi zamanında ve güzel yaparsak, zor zamanlarda telaşlanmamıza gerek kalmaz.

 

 

 

ACELE KARAR VERMEK

 

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at; sadece bir at değil benim için... Bir dost... İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin!" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden; "Bu herif sahiden salak" diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlumun bacağı kırıldı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler.
"Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."


Sözün özü; Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. 

 

 

 

İNSANLARA İYİLİĞİ DOKUNMAK

 

Osmanlı zamanında havanın aşırı soğuk olduğu bir günde büyüklerden bir zat dışarıyı seyrediyormuş. 

Yoğurtçunun sesini duyup, hanımına " kap getir de yoğurt alalım" deyince Hanımı: Evde yoğurdumuz var, ihtiyacımız yok ki demiş.

O mübarek de demiş ki: Bizim ihtiyacımız yok ama yoğurtçunun ihtiyacı var ki bu soğukta sokaktan üçüncü geçişi der.

 

Sözün özü; İyi insan olmak başkadır, insanlara iyiliği dokunan insan olmak başkadır.

 

 

 

 

MARANGOZ

 

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işverenine, çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek hayalinden söz etti. Aldığı yüksek ücretini elbette  özleyecekti. Ama emekli olmak ihtiyacındaydı.

İşveren iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.

Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlü yaptığı işten pek memnun değil, bir an önce işi teslim edip emekli olmak istiyordu. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..

 

İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi.

Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.

Bu ev senin" dedi, " benden sana hediye".

 

Marangoz şoka girdi.

Ne kadar utanmıştı!...

Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi!

O zaman onu böyle yapar mıydı?...

 

Bizim için de bu böyledir.

Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. 

Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yasayacağımızı anlarız.

Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız.

 

 

 

 

ACABASIZ İMAN

 



Vakit namazlarını sürekli cemaatle, camide eda eden,
Allah'a yürekten bağlı, çok duru gönüllü bir adam varmış...
Ama evi, nehrin öbür tarafında olduğu için her vakit namazında, kayıkla nehri geçmek epey vaktini alıyormuş.. Bir gün, gittiği camide bir vaaz dinlemiş...
Hoca diyormuş ki; "Allah'a öyle inanıp öyle dayanacaksın, öyle güveneceksin ki her işin kolaylıkla hallolsun...

Bismillah de gir suya! Yürü git..." diye de bir örnek vermiş...
Adamcağız bunu duyunca bir sevinmiş bir sevinmiş ki...

-Oh! demiş. Kurtuldum artık kayıktan, vakit kayıplarından... Bismillah der geçerim karşıya...

Sevincinden içi içine sığmıyormuş...Aynı zamanda da içinden Hocaya kızmaktaymış, neden şimdiye kadar söylemedi bunu diye...

Dediği gibi de yapmış. Çıkmış camiden, gelmiş nehrin kıyısına; "Bismillah" demiş ve yürümüş geçmiş... 

Artık karısı da kendisi de çok mutluymuş bu yüzden.

Bir gün hanımı demiş ki; "Yarın o Hocayı al gel, yemeğe! Bak o kadar iyiliği dokundu bize.."
"Olur", demiş adam...Ertesi gün camiden çıkınca, Hocayla anlaşmışlar; eve gidecekler. 

Hoca; "Bir kayık bulalım!" deyince adam şaşırmış ve; "Ne kayığı Hocam? Sen demedin mi Bismillah de yürü git! 

Ben o günden beri öyle yapıyorum. Hadi geçelim..."

Hoca hayretler içinde. Neden sonra titrek yüreğiyle, melûl mahzun bakmış adama ve;

- Ah! demiş...
– Keşke benim imanım da, seninki gibi "acaba" sız olsaydı. Ben de Senin gibi yürür giderdim...

 

 

 

 

FIRINCININ HİLESİ

 

Köylünün biri, ineklerinin sütünden tereyağı yapardı. Her gün tereyağının bir kilosunu kasabadaki fırıncıya satardı.

Aldığı paranın bir kısmıyla fırıncıdan bir ekmek alır, köyüne dönerdi.

Bir gün fırıncı köylüye çıkışmaya başladı :
— Ben, sana güvenerek getirdiğin yağları hiç tartmadan aldım. Müşterilerime sattım. Oysaki sen yağları eksik tartıyormuşsun. Seni şikayet edeceğim.
Köylü, yağları kendisinin tarttığını, hepsinin de bir kilo oldu­ğunu söyledi.
Fırıncı, köylünün o gün getirdiği yağı tarttı, Yağ bir kilodan azdı.
Fırıncı, köylüyü mahkemeye verdi. Fırıncıyı dinleyen hakim köylüye dönerek:
— Sen bu adamı aldatıyormuşsun. Tartıda haksızlık yapıyormuşsun, doğru mu? dedi.

Köylü:
— Sayın Hakim! Ben fırıncıya her gün bir kilo yağ veririm, Alacağım paranın bir kısmıyla kendisinden bir ekmek alırım, Köydeki terazimin gramları çoktandır kayıp. Ben, gram olarak fı­rıncının bir kilo diye verdiği ekmeği kullanırım. Eğer fırıncının ek­meği bir kilodan azsa benim yağım da az olur.

Fırıncı birden telaşlandı. Davasından vazgeçmek istedi. Hakim, kabul etmedi. Fırına adam gönderdi. Birkaç ekmek ge­tirtip tarttı. Ekmeklerin hepsi bir kilodan azdı. 

Sözün özü; karşımızdaki insanlarda gördüğümüz hataların kaynağı yine biz olabiliriz.

 

 

 

KAVAK AĞACI İLE KABAK

 

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

 

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

 

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

 

-Neler oluyor bana ağaç?

 

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

 

Sözün özü; Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.

 

 

 

EN İYİ BUĞDAY

 

Her yıl yapılan ´en iyi buğday´ yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:

 

-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.

-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,

-Neden olmasın, dedi çiftçi.

-Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir.

 

Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.

 

Sözün özü; Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.

 

 

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

 

Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü.

İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.

 

Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti,

 

-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür.

Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.

 

Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı.

Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;

 

-Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.

-Değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi...

-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?

 

-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim.

Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:

 

-Geleceğini biliyordum... Geleceğini biliyordum...

 

Sözün özü; Güven vermek önemlidir. Güven duymak önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir.

 

 

 

DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK

 

Dünyayı değiştirmek istiyordu. Bunun için on yıl çalıştı. Sonra bunun imkansız olduğunu anladı.

Yeni bir plan kurdu ve ülkesini değiştirmeyi, düzeltmeyi kafaya koydu. Elinden geleni yaptı. On yıl da ülkesini düzeltmek için geçti. Sonra bunun da imkansız olduğunu gördü.

 En iyisi yaşadığı ili değiştirmekti. Çalıştı yıllarca. Planlar ve projeler üretti. On yıl çalıştı. Sonra baktı değişen pek bir şey yok. On yıl da böyle geçmişti.

Bu arada çoluk çocuğa karışmış. Ülkeler kurtarırken çocuklarını ihmal etmişti. Devlet kurup devlet yıkıyordu. En iyisi çocuklarını kurtarmak. Ama çocuklar büyümüştü. Onları düzeltmek için uğraştı. Ama bu da olmuyordu. Çocuklar yabancılaşmıştı. On yıl da belki böyle geçti ama çocuklar artık bir kalıba sığmıyordu...

Koca bir kırk yıl geçmişti. Eli boştu. Tek bir hakkı kalmıştı. Kendisini düzeltmek.. Evet kendisini düzeltmeliydi. Ahlakı, ibadeti, ilmi, düşüncesi ve herşeyiyle düzelmeliydi. Ama bunu nasıl yapacaktı? Kim onu düzeltecekti? Kendi nefsine gücü yetmiyordu. Bunun için çok uğraştıysa da olmuyor, olmuyor ve olmuyordu...

Anladı ki, kendisine gücü yetmeyenin kimseye gücü yetmez. Kendisini düzeltmeyen kişi kimseyi düzeltemez.. Her gece devlet kurup devlet yıkanlar önce kendilerine devlet kursun. İçlerindeki ahlaksız devletleri yıkıp ahlak devleti kursunlar. Kalplerine kökleri salmış şirk devletlerini yıkıp tevhid devleti kursunlar. Sonra dışarıda buna çaba göstersinler.

 

Sözün özü; dünyayı değiştirmek isteyen insan önce kendini değiştirmelidir.

 

 

 

İNSANI DÜZELTMEK

 

Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı dinlenmiş bir şekilde kalktı ve keyifle gazetesini eline aldı.

Bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken, oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu.

Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu onu parka götürecekti. Dışarıya çıkmak istemediğinden dolayı bir bahane uydurması gerekiyordu.

Bir anda gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:

- Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim, dedi.

Sonra düşündü:

- Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!

Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu koşarak babasının yanına geldi:

- Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz, dedi.

Adam önce inanamadı ve yırttığı haritayı görmek istedi. Haritayı gördüğünde hayretler içindeydi. Oğluna bunu nasıl yaptığını sordu.

Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:

- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti...

 

Sözün özü; insanı düzeltirsek dünya düzelir.

 

 

 

MİNİK FARE

 

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine:
- "İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.
Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.
- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.
* Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:
- "Zavallı farecik...Bu senin problemin benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla
koyunun yanına koştu ve,
- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. koyun anlayışla karşıladı ama,
- "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi.
* Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
- "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi.
İnek ;
-"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi.
Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı....
* O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu.
Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu.
Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti.
Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.
* Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.
* Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi koyunu kesti......
* Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.
Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı.....
* Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.


Sözün özü; Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile
karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım.
İçinde yaşadığımız vatanımız, içerden ya da dışarıdan bir sıkıntıyla karşılaşırsa sadece içerdekiler değil seyirci kalan  ülkelerde çok zarar görecektir.

 

 

 

DERVİŞ İLE AKREP

 

Bir Derviş suya düşen bir akrebi kurtarmak ister... Elini uzatınca akrep sokar;
Derviş tekrar dener, akrep yine sokar.. Bunu görenler dayanamaz dervişe:
"İyilik yapmak istediğin halde sana zarar verene daha ne diye yardım edersin." der.
Dervişin cevabı mânidardır:
"Akrebin fıtratında sokmak var, benim fıtratımda ise yaratılanı sevmek, merhamet etmek;
o fıtratının gereğini yapıyor diye... Ben niye fıtratımı değiştireyim ?

 

Sözün özü; kimse için fıtratımızı bozmamalı insan olduğumuzu unutmamalı ve ona göre davranmalıyız.

 

 

AFRİKA ATASÖZÜ

 

´Her sabah Afrika´da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.

 

Her sabah Afrika´da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.

 

Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.

 

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 04.01.2019 - Güncelleme: 12.02.2020 12:58 - Görüntülenme: 3960
  Beğen | 8  kişi beğendi